10 Mart 2011 Perşembe

8 Mart Dünya Kadınlar Günü İçin Lucy'ye Mektup

NERDEN GELİP
NEREYE GİDİYORUZ?



Başlangıç

Doğrultup belimizi kalktığımızdan beri iki ayak üstüne,

kolumuzu uzunlaştırdığımızdan beri bir lobut boyu

                                                                ve taşı yonttuğumuzdan beri

 yıkan da, yaratan da biziz,

yıkan da yaratan da biziz bu güzelim, bu yaşanası dünyada.


Arkamızda kalan yollarda ayak izlerimiz kanlı,

arkamızda kalan yollarda ulu uyumları aklımızın, ellerimizin, yüreğimizin,

toprakta, taşta, tunçta, tuvalde, çelikte ve plastikte.


Kanlı ayak izlerimiz mi önümüzdeki yollarda duran?

Bir cehennem çıkmazında mı sona erecek önümüzdeki yollar?


                                                         Nazım Hikmet  22.11.962





“Lucy” insanın bilinen en eski doğrudan atası.


3,2 milyon yıllık dişi bir Australopithecus afarensis.


 “Sevgili Lucy” diye mektubuma başlayamadığım için kusura bakma. Senin gibi büyük, büyük bir anneanneye “Çok, çok değerli büyüğüm” diye seslenmek daha uygun geliyor. 20. Yüzyıl sonunda ve 21. Yüzyıl başında insansız uzay araçlarına gelecek zamanda zeki varlıklar tarafından bulunmaları halinde biz insanoğlunun halini anlatacak yazılı, görsel veriler koyuyorlar. Benim zaman makinem, bu mektup için zamanı 3,2 milyon yıl geriye sarıyor. Seni neden seçtim diye yarı homurtulu-yarı gülümser bir soru soracağını tahmin ettiğim için, en baştan buna cevap vereyim. Bulunan iskeletine bilim çevreleri “Lucy” adını vermiş. Senin türünden geçen hafta bir iskelet daha çıktı. O da senin büyük, büyük atan sayılır. Senden 400 bin yıl büyük ve bir hayli iri olan bu erkeğe "Kadanuumuu" (Afar dilinde “Koca Adam” demek) adını verdiler. Yani sen şimdiki bilgilerimizle ilk dişiyi temsil ediyorsun. Hakkında onca masal, spekülasyon yapılan, bilimsel kestirime konu olan bir kişisin yani. Tabii ki senin de anne ve baban, onların soyları var. Senden 1,2 milyon daha yaşlı “Ardi” belki bunlardan biri. Neyse, ben insanın tarihöncesinde iz süre süre seni buldum.

Mektubumu Türkçe yazdım. Bilim kurgu romanı olsaydı, İngilizce yazmam gerekecekti. Çünkü bilim kurgu romanlarında, filmlerinde, vb. yıldızlararası uzaya saçılmış binlerce uygarlıktan zeki yaratıklar ya İngilizcenin değişik lehçelerini konuşuyorlar ya da Hollywood aksanıyla Amerikanca! Bu İngilizce-Amerikanca sana ne kadar anlaşılmaz gelirse, sanırım Türkçe o kadar anlaşılır gelecek. Dile milliyetçi yaklaştığımdan değil; sadece sana zamanda daha yakın olduğumuzdan ve hâlâ Anadolu’muzda tahminen bildiğin simgelerden daha çok olmayan kelimelerle, nidalarla konuşan, okul yüzü görmemiş, okula gönderilmemiş, toplayıcılık yapan milyonlarca kadın olmasından. Dilimizin İngilizce kadar sanallaşıp teknolojinin aracına henüz dönüşmemiş olmasından.

Doğanın şiddeti dışında, belki tür-içi şiddete hiç tanık olmadın. Belki de “anaerkil” dedikleri dönem seninle başladı. Sen de bütün toplumu (çocukları ve erkekleri) kendine özgü şiddetsiz bir hukukla idare etmeye çalıştın.  Öyle bir şey hiç olmamışsa, zaman engellerinden kurtulup Engels’e ve Evelyn Reed’e bu bilimsel hikâyeyi neye dayandırdıklarını sormamız gerekecek. Neyse bu konumuzun yan argümanlarından biri. Senin iskeletin 1974’te çıkarılmaya başladığından, sanırım Engels’in haberi yoktu; Evelyn Reed’in de varlığından haberi olmuşsa bile (1979’da öldüğünden) senin türünle ilgili sonraki çalışmaları tabii ki bilemezdi.

Bu kadar girişten sonra, kendimi tanıtmadan mektuba devam etmem büyük kabalık olur. Eli öpülecek bir yaşlı kadına haksızlık etmemek için biraz da kendimi tanıtayım: Önce adım: Işık. Anlamı, sabahları güneş doğduğunda savanı aydınlatan küçük okçuklar. Türüm: İnsan (Homo sapiens). Cinsiyetlerimiz: Erkek-Kadın. “Dişi” (female) güzel Türkçemizde insan olmayan hayvanları çağrıştırdığı gibi, insanlarda hoş olmayan çağrışımlar yapıyor. Bunları sana nasıl anlatırım bilemiyorum. Aradan geçen 3,2 milyon yılda güzel, iyi gelişmelerin yanında, senin bile dudaklarını uçuklatacak, kimsenin anlamak istemediği kötü, çirkin, feci, vb. gelişmeler de oldu. En kötüsü, o bildiğin Afrika savanlarından çıkan Homo Sapiens bütün dünyayı kuşattı. Sayıları da görebildiğin gökteki yıldızları geride bıraktı. Yeşil bitkileri kemiren çekirge sürüleri gibi, önlerine çıkan her bitkiyi, her hayvanı, her nehri, her kuşu, her başka topluluğu yok ede ede kendilerini de yok oluşun eşiğine kadar getirdiler. Bu öyle uzun bir hikâye ve destan ki kısa bir 8 Mart mektubu yazmayıp ta binlerce ağaç kabuğuna binlerce resim çizsek anlatamayız.

Mezarında bir taş balta ya da mızrak bulunsaydı, hemen “ilk taş balta, ilk mızrak” diye literatüre girecekti. Bulunan kemiklerinde ezik, vuruk, kırık olsaydı, kadına karşı “ilk şiddet”in izleriyle karşılaşmış olacaktık. Oysa seni iyi ki öylece bulduk. Ne kemiklerin dayaktan kırılmıştı, ne ezikler, vuruklar vardı. Çağımızın kadınları adına sana gıpta etmedim dersem yalan olur. Bir kere ben yalınayak ormanlarda dikenin, börtü böceğin içinde dolaşamam. İkincisi, ne yerdin ne içerdin bilmiyorum.  Benim öyle her şeyi midem kaldırmaz. Yediklerini pişirmediğini söylüyor antropologlar. Mağaran temiz miydi? O zaman komple sir, ağda yapanlar olduğunu sanmıyorum. Şimdi söyledikleri gibi, senin tam da “doğal güzelliğe” sahip bir kadın olduğunu düşünüyorum. Saçlarını yağmur suyu ya da su birikintilerinde yıkayan, mis gibi kokulu ağaç dallarını, çiçekleri kemiren ve vücuduna süren, ama şu “istenmeyen tüyler” konusunda pek bir şey yapmayan bir kadındın herhalde. Büyük bir ihtimalle tırnaklarını taşlara sürte sürte kısaltıyordun. Mağarada herkese dağıtmak için kestiğin av hayvanlarının kanı tırnaklarına oje oluyordu. Belki orman ya da çalılık yangınından kalan ateşin başında beklerken çalı çırpının isi gözlerini yakıyor, elinle gözlerini sildiğinde far çekmiş gibi oluyordun. Birileri kıl-tüy muhabbeti diyebilir, ama evrim ve uygarlık biraz da biz insanoğlu ve kızlarının “hayvanlık”tan kurtulmasıdır! Ufak tefek titizliklerimiz nedeniyle lütfen özrümüzü kabul et! Ya da “güzelleşmek” için hiçbir şey yapmıyordun. Doğal güzellik yetiyordu. Belki o zaman erkekler için doğal/yapay güzellik, vb. diye bir ayrım yoktu. Hayatlarını yaşıyorlar, mağarada 3-5 kadın arasında kural, vb. filan tanımadan da olsa sadece “anaerkil” yaşam tarzına uyup gidiyorlardı. Oysa antropologlara bakılırsa, erkekler senden çok büyük olduklarından en azından doğal işbölümü içinde bir erkeğin çevresinde gruplaşmışsınız. Sanırım, o zamanlar ya Australopithecus afarensis kadınlarının başı çok ağrımıyordu ya da kimse nikâh kıymıyordu!

Nasıl aşk yapardınız, nasıl doğurur, nasıl  emzirirdiniz? Sasalı’da maymunlara bakınca hiçbir şey anlaşılmıyor. Estağfurullah, öyle “maymun” demek istemedim; sadece zamanda siz biraz daha yakınsınız diye ağzımdan kaçıverdi. Her yavruyu tanır mıydınız? 21. Yüzyılın reklamlarında, insan annelerin yavrularını hemen tanıdıklarını söylediklerinden aklıma geldi. Yavrunuzu orangutan yavrusu sanıyordunuz, orangutan yavrularını emzirmiyordunuz herhalde? Bir de gene reklamlardan öğrendiğim bir bilgiyi seninle paylaşmak istiyorum. Lucy anneanne, senin derin doğduğundan beri hiç su aldı mı? Yağmur yağınca içine kaçıyor muydu; ya da su alıp batıyor muydun? Bu son sorduklarım, “uygarlığımız”ın hâlâ sanki iki ayak üzerine kalkmamış insanlarca alaya alındığını gösteriyor gibi.  Bu sorularım için bana kızma sakın. Dünyamızın felaketlerle boğuştuğu 2011’de, bu iki soru Türk reklam sektöründe ne kadar ilerlediğimizin kanıtı değil mi sence de?   

Fark etmişsindir. “İstenmeyen tüyler”den başlayarak, su sızdırmaz deriye, bebeğini hemen tanıyan anneye, çiçek gibi su isteyen, daha modern mutfak, daha iyi bir araba, hiç olmazsa daha büyük bir çikolata isteyen kadınlara, şişmanlamak istemeyen, ama gofretini sevgilisine bile vermeyen kadınlara kadar kadın “sorunlarımız” medyamızda o kadar çok ki! Sana göre hava hoştu elbet. Ne küresel ısınma vardı; ne küçücük depremlerde bile evin başına yıkılacak diye korkuyordun. Eh ne yapalım, ağaç dallarından yaptığın yuva 3,2 şiddetinde depreme dayanıksızsa, senin şikâyet edeceğin bir belediyen, peşinden koşacağın müteahhitlerin yoktu! Kafanı gökyüzüne çevirip güneşte, Samanyolu’nda, yıldızlarda, Ay’da bir yaratıcıya mı yakarırdın; yoksa devasa ağaçlara, uğultulu tepelere, toprağa, ölmüş atalarına mı? Ne düşünürdün, ayağının altında bastığın toprağı merak eder miydi, “nereden gelip nereye gidiyoruz?” diye felsefe yapar mıydın? Biz bunu belki hiç öğrenemeyeceğiz. Öğrenemeden de ya güzelim dünyayı kızgın çöle dönüştürecek yok olup gideceğiz ya da şanslı olanlarımız şimdiden projeleri yapılan uzay kolonilerine yerleşmeye başlayacak. Gördün mü gene geldik “sorunlara.” O kadar uzağa gitmeyelim. Konumuz 8 Mart Dünya Kadınlar Günü! Mağara duvarına her sabah bir çentik attıysan, 29 Şubatlarda durum nasıl karışmıştır. Sana bu takvimi nasıl anlatabilirim ki… Güneşin gölgesi, ayın dönüşü, dünyanın dönüşü… Boş ver, bu uzun hikâye… Zaten 8 Mart da 19. Yüzyılda başlamış (yani zamanı nasıl becerdiysek kesip biçip bir takvim uydurmuşuz kendimize. Senin ağaç dallarından kopardığın, topraktan söktüğün yiyeceklerin tohumlarını kendimiz ekmek için yapmışız üstelik.)

Sanırım, senin de kafan iyice karıştı. Uzay gemilerinden, uçaklardan, cep telefonlarından daha zor anlatabileceğimiz şeyler var. Taşı yonttuk, topraktan kökler çıkarmak için; hayvanları avlamak için. Ateşi kullandık, yemeklerimizi pişirmek için. Ha, aklıma geldi. Yemekleri pişire pişire hem protein aldık hem de daha rahat kemirdiğimiz için kafatasımıza baskı yapan kaslar gevşedi. Ne taşları başka insanları öldürmek, ne ateşi, başka insanları yakmak için bulduk; yoksa tersi mi? Aklımız ve zekâmız, silahlarımız ve araçlarımız geliştikçe gelişti. Pek çok erkeğin avcılığa, kadınların toplayıcılığa devam ettiği doğru olmasına doğru da avcılık ciddi ciddi kadın-kız “avcılığı”na dönüştü. Gene aklın karıştı, değil mi? “İlahlar kurban ister” diye bir sözle birlikte, kimsenin bilmediği o “güneş-ay-toprak-uzay-tanrılar” bir anda kana susadılar. Hiç bilmediğin o upuzun tarih-öncesinde kanı akan her şey kurban edildi: Tavuk, horoz, timsah, at, kuş, insan, kız çocuk, oğlan çocuk; insan organları, vb…21. Yüzyıla da kurban kültürüyle girdik. Bütün bunlar nasıl mı oldu?          

Senin asla anlayamayacağın bir gelişme oldu ve kadınlar erkekler karşısında tarihi bir yenilgiye uğradı. Sonra zincirleme olarak kölelik, devlet, özel mülkiyet, kölelik ailesi, sömürü, savaş, vb. geldi.  Bunları en basit dille bile sana anlatamam. Zaten içinde yaşayanlar bile tam anlayamıyor. Binyıllardır, yüzyıllardır kader-kısmet, alınyazısı, namus, şan şeref haysiyet gibi sözlerle sürdürülen bu av 21. Yüzyılın bu günlerinde de tüm hızıyla sürdürülüyor.  “İlaheler kurban istiyorlar” sözünü hiç duymadım. Tek bildiğim “ilahların kurban istedikleri.” Gene ilaheler ve ilahlar kafanı karıştıracak, “Maymunlar Cehennemi”ndeki akıllı Zira gibi anlayabilmek için gözlerimin içine bakacaksın.

Dünya güneşin etrafında 3,2 milyon yıl döndü. Güneş sistemi galaksinin sarmal kolunda galaksinin etrafında döne döne bir hal oldu. Sana hiç anlatmayacağım vahşetler yaşandı, savaşlara milyonlarca kurban verdik. Bu kurbanlar öyle “Manitu,” “Marduk” gibi bugünün çizgi roman kahramanlarına değil, imparatorluk, tekel, militarizm gibi gerçek, maddi ilahlara verildi. Yani, anlayacağın Lucy anneanne sen tüm saflığınla, “doğal güzelliği”nle sakın Gora’daki gibi yanına gelebilecek bir zaman makinesine atlayıp 21. Yüzyıl başında kazara bizim illerimize gelme. Çünkü aynı imkânlarla geri dönüp bütün erkek ve kadınları kısırlaştırmaya kalkarsın. O zaman da biz olmayız; sebep ortadan kalkınca sonuç ortadan kalkar. Sana daha sonra insanlığın gelişmesini kısaca anlatmak isterdim. Ama bunu anlayacağın dile çevirmem imkânsız. Ne aileyi, özel mülkiyeti, devleti, köleliği, köle ticaretini, savaşları, büyük imparatorlukları, sömürgeciliği, emperyalizmi, militarizmi, faşizmi, vb. anlatabilirim ne de kadına karşı şiddet sorununu.  Bu kahredici ağır evrimin sonunda gelinen noktada biz “Homo Sapiens” çok büyük bir kültürel evrim mi geçirdik? Daha özgür, daha eşit bir topluma mı evrimleştik? Cevabını bulduğum ve simgesel dile çevirebileceğim gün sana ikinci bir mektupla ileteceğim. 

Sadece ve sadece senden yaklaşık 780 bin yıl sonra ateşi kullanmaya, bundan yaklaşık 500 bin yıl sonra da ateşi kontrol etmeyi öğrenen insanın torunlarıyız biz. Havalar soğudu; küresel soğuma oldu. Senin yeni torunların başka kıtalarda mağaralara sığındılar.  Mağaralardan çıktıktan sonra, şimdi adına “devrim” denilen gelişmeler oldu. Bak şimdi bütün ülkelerde suç olan devrimcilik demek ki “Tarım devrimi” döneminde de suç değilmiş. Yoksa ellerinde tohumları (suç kanıtı) ve karasabanlarıyla (suç aletleri) bir yığın tutuklu ve mahkûmu dönemin ilkel cezaevleri alamazmış! Sonra madenler, en son demirin kullanılması, paranın bulunması…. Krallar, rahipler, silahlı erkek grupları (adına ordu ve polis diyorlar)…Gerisini anlatmayayım. İşte bu yüzden 8 Mart var. İşte bu yüzden Hypatia, Louise Michel, Vera Zasulich, Madam Curie, Rosa Luxemburg, Clara Zetkin, Kollontay, İnesse Armand, Emma Goldman ve isimlerini sayamayacağım, ama her birinin adı olan on binlerce kadın var. İşte bu yüzden özgürlüğü tek özgür olabilecekleri dünyada yaşamak için kızıl bayraklarla mezarlarına uğurladığımız yüz binlerce kadın savaşçı var! İşte bu yüzden rengârenk giysileriyle sokakları dolduran milyonlarca kadın var!   

Evet, Lucy anneanne…3,2 milyon yıldan geriye anlatılacak o kadar çok şey var ki… Şimdilik 8 Mart için daha uzun yazamam. Umarım, bir gün (eşit, özgür, komünal) ilk uzay kolonisinden de çok umutlu bir mektup alırsın. Umarım, dünya nükleer savaş dehşeti, küresel felaketler, büyük türsel yok oluşlar yaşamamış olur.  Sana “bak Lucy, rahat uyu! Artık dünyada değilse de uzay boşluğunda özgür ve eşitiz” diyen bir kadının mektubunu alır; sonsuz bir huzur içinde uykunun geri kalanını tamamlarsın!


Seni seviyorum anneanneciğim.....


Işık Çakıroğlu



Hiç yorum yok: