Devrim Dersleri


Che Guevara, ABD emperyalizminin Küba Devrimi’nden kıtadaki devrimcilerden daha çok ders çıkardığını söylemişti. Gerçekten de ABD kıtadaki müttefiklerini feodal tarımı çözmeyi hızlandıracak bazı “reformlar” konusunda sıkıştırmaya başlamıştı. Zamanın burjuva aydınları herhalde o sürece “Latin Amerika Baharı” derlerdi. Bir tarafta en zalim askeri diktatörlükler, arada bir seçimler, büyük toprak sahiplerini fazla incitmeyen “reformlar,” orduların yanında başka güçleri de ittifaka katma çabası ABD’nin Latin Amerika politikasını şekillendiriyordu. Şimdilerde yapılan Soğuk Savaş tahlillerinde sanki süpergüçler arasında bir denge varmış gibi gösteriliyorsa da dünyanın her yerinde fiili süper güç yine de ABD’ydi. SSCB aslında kurulduğu günden beri savunmadaydı. Sadece bağımsızlıklarını yeni kazanmış ülkeler değil, sosyalist ülkelere de pervasızca savaş açabiliyordu. Çin-Tayvan, Kuzey Kore-Güney Kore, Kuzey Vietnam-Güney Vietnam bölünmelerinde ABD fiili savaş cephesindeydi. Domuzlar Körfezi saldırısındaki tutumu bugünkü Suriye saldırısının aynısıydı. ABD’de henüz eski solcu aydınların neocon ideolojiyle iç içeliğini gözlerden gizleyebildikleri yıllardı. Bu yüzden Domuzlar Körfezi çıkarmasında, emperyalist medyada “Castrist-Guevarist”lere, “Küba’da insan hakları ihlalleri”ne sert çıkıp, akla hayale gelmeyen yalanları yaymalarına rağmen, bunları “solcuyuz” diye yapmıyorlardı.




ABD’nin aldığı “ikinci ders” kendisini filmlerde, edebiyatta, medyada, günlük yaşamda daha çok hissettirmişti. Buna “Vietnam Sendromu” deniliyordu. Kolay ve hızlı zafer umuduyla, uzak, sosyalist bir Asya ülkesine korkunç bir ateş gücüyle savaş açan süpergüç, Che’nin deyimiyle “son derece yalnız” olan bu ülkeye boyun eğdiremedi. ABD ve Avrupa’da 68 ruhu denen şey, savaşa karşı gençlik isyanıydı. Henüz Avrupa ve ABD solunda “Asyalı Prusyalılara hadlerini bildirmeli” diyen “solcu aydınlar” görülmüyordu. ABD uçakları Kuzey Vietnam’a bomba yağdırırken, içlerinden “oh olsun Stalinistlere” diyenler bile 68 kalabalıkları karşısında susma erdemini gösterebiliyordu. Yani 68 kuşağı şekillenirken, günümüzün savaş yanlısı sahtekârlıkları görülmüyor, hiçbir aydın hem emperyalizme hem Vietnam rejimine karşı inciler döktürmüyordu. Konumuz bununla teğet geçiyor. Medya sıradan bir aydının kafasını nasıl şekillendirir, daha doğrusu “ütüler?” Bir adım daha atalım. Amerikan neoconları Vietnam’dan hangi dersi aldılar? Bunu en iyi göreceğimiz yer, Amerikan neocon tarihçilerin kitapları.  

Emperyalizmin bir de ideolojisi var. “İdeolojilerin öldüğü” 21. yüzyıl başında emperyalizmin ideolojisi yenilmezlik efsanesinden beslenir. Ya da Thatcher’in siyaset literatürüne kazandırdığı şekliyle “Alternatif Yok” düşüncesi, artık sağlı-sollu aydınları da 1929 Buhranı’nı andıran kriz ortamında alternatifsiz bırakmıştır. İmparatorluk karşısında bağımsızlık diye bir şey olamayacağına inanan saf aydın, arenada imparatorun parmağının öldür işaretinden başka bir hegemon, başka bir “bağımsız” tanımaz. “Küreselleşmiş” dünyada ezilenleri arenada diledikleri gibi birbirinin kanını döken, çılgın gibi dövüşen, sonunda imparatorun bir işaretiyle yok edilen gladyatörlere benzetiyorlar. Birbirini öldürmekten başka alternatif yok; Roma’nın karşısında durmak yok; arenada amigolarıyla oturan Roma proletaryasının gelip arenayı dağıtmasını beklemekten başka çare yok! Peki, kendisini sol saflarda gören aydın ne oldu da neoconların ideolojik yoldaşlığına soyundu? 1. ve 3. Dünyada kendisini açıkça kapitalist konuma nasıl yerleştirdi ve hayali düşmanlarla dövüşürken, oligarşinin politikalarıyla nasıl kaynaştı? Bu soruların cevaplarını Victor David Hanson’ın Batı Neden Kazandı Katliam ve Kültür araştırmasında buluruz. Ama bizi ilgilendiren aydının besin kaynağı medyanın bu savaşlardaki rolü. Yazarın Vietnam Savaşı’nı da Batı’nın kazandığı savaşların hanesine yazması basit bir hata değil:

“Savaşı biz kazandık; medya kaybetmişiz gibi gösterdi” ya da “medya ABD’de o kadar fazla savaş karşıtı propaganda yaptı ki toplum savaştan bıktı; barış yapmak zorunda kaldık.”

Bu bizim Emin Oktay’ın Tarih Kitaplarındaki “I. Dünya Savaşı’nda müttefikimiz Almanlar yenildiği için biz de yenilmiş sayıldık” açıklamasının daha ince versiyonundan başka bir şey değil. Demek ki Vietnam Savaşı’ndan alınan ders, metropollere bilgi akışını kaynağında kesmek ya da eğip bükmek. “Metropoller”e dedik, Türkiye’yi de şimdi bu metropoller arasında görenler, “beyaz Türk” keşifleri yapanlar, kendilerinin dünyanın “beyazları” olduğunu unutmuş gibiler.


Buradan “68” olaylarının gerçek içeriğine ve olayları medyanın veriş biçimine geçelim. 31 Ocak 1968’de Vietnam’da Tet Saldırısı başlar. Yenilmez kale denilen ABD Büyükelçiliği de saldırıya uğrar. O savaşı belleklere kazıyan kült fotoğrafta Güney Vietnamlı General Ngoc Loan’ın tutsak bir gerillayı basının gözü önünde kafasına ateş ederek öldürdüğü görülür. Eddie Adams bu fotoğrafla Pultizer Ödülü’nü almıştır. Bu çatışmalar televizyonlardan canlı yayınlanan ilk çatışmalardır. ABD’li anne ve babalar gerçek savaşı evlerinin içinde televizyonlarında seyrederler. Neocon yazarımız David Hansen, tıpkı Irak, Libya ve şimdi Suriye savaşlarında olduğu gibi yetkililerin kamuoyuna yalan söyleme hakkını örtülü olarak savunurken şöyle yazar:



Bu savaşı en iyi anlatanlar: Bir Güney Vietnamlı generalin elleri arkadan bağlı bir adamı vurduğu anı gösteren, Tet saldırılarının simgesi haline gelen Eddie Adams’ın fotoğrafı. En çok akılda kalan söz, Peter Arnett’in Ben Tre’yi anlatırken ettiği “Kurtarmak için şehri yerle bir etmek zorunlu hale geldi!” sözü. Ve Tet saldırısıyla ilgili bir olayın haberi için verilen tek Pulitzer Ödülü, ABD Ordusu’nun My Lai’de yüzden fazla sivili öldürdüğü katliamı ortaya serdiği için, Vietnam’a hiç ayak basmamış olan gazeteci Seymour M. Hersh’in iki yıl sonra aldığı ödül. (Batı Neden Kazandı, s. 322-23)

Batı savaş tarihinde ilk kez askerler muharebenin ateşindeyken, herhangi bir zamanda, herhangi bir çatışmada evlerinin rahat koltuklarında oturan ana babaları, kardeşleri ve arkadaşlarının da dâhil olduğu milyonlarca insan tarafından anında görülebiliyordu. Yaralılar ve ölüler, her ülkeden gelen muhabirler tarafından en korkunç ayrıntılarına kadar kameraya alınıyor ve renkli olarak yayınlanıyordu. Muhabirlerin çoğu rahatlıkla Vietnam’a girip çıkıyor, diledikleri haberleri geçiyordu… birkaç saat içinde Amerikalılar bunları işitebiliyor, okuyabiliyor ya da izleyebiliyordu… haberleşmedeki bu tür teknolojik yenilikler, Batının sınırsız özgürlük anlayışı ile birleşmişti. Sonuç sivillerde geçmişte çok ender görülen şiddetli bir savaş karşıtlığı olmuştu. Ne Atinalıların Sicilya seferinde, ne Avrupalıların Amerika’yı fethinde ne de Zulu ve Boer Savaşları sırasında İngilizlerin tutumuna karşı bu kadar büyük bir tepki görülmüştü.

Amerikalılar televizyonda acımasız öldürme sahneleri görüyor ve berbat haldeki deniz piyadeleriyle röportajları izliyorlardı… Kuzey Vietnamlıların masum insanları öldürdüğüne dair hiçbir haber yayınlanmıyordu..(a.g.e., s. 327-328)


Amerikan Genelkurmayı dersini aldı. Aldığı ders daha sonraki bütün savaşlarda, karşı devrimci saldırılarda, askeri darbelerde kullanıldı. Soğuk Savaş’ın zaferle kazanılmasından sonra, emperyalist saldırganlığı hedefleri önce medya bombardımanıyla yerle bir edildi. Buna rağmen savaşa karşı son büyük gösteriler iki Körfez Savaşı’nda görüldü. Milyonlarca insanın barış sesi yalancı Bush ve Blair tarafından duyulmadı. Bir küçük ders daha: Saddam İran Savaşı’nda Batı’nın ve ABD’nin yakın müttefikiydi. Kaddafi Soğuk Savaş’ın bitiminden sonra ABD’yi kızdırmamak için elinden geleni yapmış, zikzaklar çizmişti. Mübarek ABD ve İsrail’in en yakın dostuydu. Esad ise reformlarla Batı’ya yaklaşmaya çalışmıştı. Demek ki Ahmet Şık’ın haykırışı daha küresel anlamda doğru. Dünyanın hegemonyacı güçleriyle daha yakın ilişki içinde olanlara “dokunan yanar arkadaşlar!” Önce ideolojik ve kültürel alanda hem de!

Ali Çakıroğlu