28 Ağustos 2012 Salı

21. yüzyılda emperyalizm ve sömürgecilikten ne anlıyoruz?



21. yüzyılda emperyalizm ve sömürgecilikten ne anlıyoruz?

SSCB ve Doğu Avrupa’da sosyalist bloğun çöküşünden sonra, ne yazık ki restorasyonun zafer alayına çok sayıda eski solcu da katıldı. Bunların önemli bir kısmı Türkiye’de işçi ve emekçi hareketini stratejik olarak SSCB’yi ayakta tutma mücadelesine iten Sovyet yanlısı aydınlar, parti liderleri ve üyeleri arasından çıktı. Aslında Türkiye bu sefer de özgün olmamış, Avrupa’dan yayılan dalgaya kapılmıştı. Önce Gorbaçov dönemi sürerken emperyalizm ve sömürgecilik diye bir şey kalmadığı öne sürüldü. “Detant” döneminde barış içinde yan yana yaşamanın uluslararası iz düşümü ABD ve AB emperyalizmleriyle “ulusal” işçi sınıflarını barıştırmaktı. Glasnost ve Perestroyka sloganları döneminde, bu barışma çizgisi en uç noktalara vardı. Sosyalist blok çöktüğünde barışılacak “emperyalizm ve sömürgecilik” olmadığı, insanlığın kapitalist demokrasilerle yaşayacağı söylenerek, kalemler, entelektüel birikimler, ajitasyon ve propaganda araçları hemen yeni efendilerin hizmetine sunuldu. Bu dönemi birebir yaşadığımız için hızla eskiyen ve hemen bir yenisi uydurulan çöküş sonrası restorasyon teorilerini sıralamak mümkün değil.

Ancak bunların içinde günümüzde hâlâ etkili olan bir tanesi, sosyalizmin bir toplum mühendisliği ve totalitarizm olduğu, demokrasiden yoksun olduğu için yıkıldığı, zaten emperyalizm ve sömürgeciliğin eski yüzyıllarda kaldığı, dolayısıyla bir akademik araştırma yöntemi dışında Marksizm’in de tarihini doldurduğu görüşüdür. Bu, özellikle Balkanlar, Kafkasya ve Orta Doğu’da çok sayıda iç savaş (Yugoslavya’nın dağılması, Ermeni-Azeri savaşı, Gürcistan Savaşı, Körfez Savaşları) tek başına NATO’nun halkları “diktatörlükler”den kurtarması gibi sözde “insancıl müdahale” örneklerinden beslenir. Sanki emperyalist paylaşım savaşlarında, her türlü sömürgeci yağmada halklar birbirine kırdırılmamış gibi, kurtarıcı bir NATO ve ABD imajı ciddi ciddi ortaya konulmuştur. Tabii, bu arada gerek Sırbistan’ın, gerekse iki körfez savaşında Irak’ın, daha sonra Afganistan’ın ve burada adları sayılamayacak kadar çok askeri müdahalenin tüm sivil kayıpları “kazalara” bağlanmıştır!



Bu teorik halat yarışında takımlardan biri uluslararası sermayeye tam teslim olmuş “liberaller,” diğeri şimdi ulusalcı adı verilen, devlet kapitalizminin ateşli savunucuları “milliyetçiler”dir. Kendini inkâr eden her eski komünistin düşüp tekilliğe kavuştuğu kara delikler bunlardır. İki kanat birbirini hırpalarken, her devrim hareketinde aynı safta olduklarını unutmuş gibidirler. İlki için emperyalizm ve sömürgecilik arkaik terimlerken, ABD tarafından buruşuk mendil gibi atılan ikinciler için nostaljik kurtuluş savaşında perişan ettikleri Yunan orduları, Ermeni çeteleridir. Aslında hangi ciddi komünistin bu düzmece ideolojik savaşta yeri olur ki! Komünistin görevi bu ideolojilere payanda olmak mıdır? İşte bu yüzden eski solcu daha dikkatli bir dil kullanmaya başlamıştır: “Küreselleştirme döneminde eski teoriler çuvallamıştır. İster devlet-sosyalisti ister kapitalist ulus-devlet ölmüştür. Orta Doğu’da İslam’la, eski sosyalist ülkelerde Ortodokslukla barışılmalıdır. Zaten bilim dünyayı yorumlama aracı olmaktan çıkmıştır. Diktatörlüklerin zamanı dolmuştur. Stalinci sosyalizmin yok olması iyi olmuştur. Biz aslında liberal, sağ, muhafazakâr partileri değil, demokrasileri destekliyoruz. Sivil toplum dini cemaatleri de içine alır. AB’nin kriterleri ülkemizi demokratikleştirecektir. Emeğin Avrupası’na biz de koşmalıyız, filan falan.”
Emperyalizm ve sömürgecilik konusuna dönersek, liberal denilenlerin bu terimlerin arkaik terimler oldukları savında en küçük bir gerçekçi analiz kırıntısı olmadığını söylemeliyiz. Sanki emperyalizm terimi ilk yaygın kullanıldığı 20. yüzyıl başından beri kapitalizmin bir aşamasını değil de en gelişmiş kapitalist ülkelerde değişen hükümetlerle birlikte değişen bir politika gibi kullanılmıştı! Artık Vietnam savaşına herkes karşı çıktığına göre, şimdi o dönemin ABD Başkanlarının emperyalist politika güttükleri, ama diğer ABD başkanlarının üç kıtada demokrasi ve insan hakları mücadelesi verdikleri söylenebilir bu mantıkta. Bu kadar basit… Oysa sermayenin ilkel birikim dönemlerinden, özellikle de tek dünya pazarının kurulmasından beri, Amazon ormanlarında arada sırada bulunan yerli kabileler misali yalıtılmış yaşayan hiçbir ekonomi, hiçbir ulus ve devlet yoktur. Marksizm’e en küçük bir sempati beslemeyen Chomsky gibi düşünürler, akademik dürüstlükle ABD’nin tüm kurumlarını, dünya egemenliğinde kullandığı yöntemleri titiz alan araştırmalarıyla kanıtlarken, eski solcuların ne Marksist ne de akademik yönteme uyan restorasyon analizleri moda olmuştur.

Ordu-siyaset ilişkileri, ulus-devlet, totalitarizm gibi kavramlara verilen yeni içeriklerin Türkiye’de sadece hükümete meşruiyet kazandırmak için eğilip bükülmeleri en önemli örnektir. Askeri darbelerin ulusal ve uluslararası konjonktürle ilgilerini hiç hesaba katmadan (o zaman liberal ekonomik politikaları, Chigaco Okulu, Milton Firedmanları saklamak imkânsızlaşacak) emperyalizm öldüğüne göre, askeri darbe= milliyetçi ordu denklemi kurulur. Bu denklemde güzel sözlerle “sivil demokrasi” öne çıkartılırken, ABD ve NATO’nun dünya ordularının ateş gücünün neredeyse 3/2’sine sahip olduğu ve bu sistemin sanayici-asker kompleksi temelinde geliştiği gizlenir. Sanayici-asker kompleksi terimi Marksistlerin uydurduğu bir terim olmayıp ABD Başkanlarından Dwight Eisenhower’a aittir. Fransa, İngiltere, İsrail, Avustralya, ABD gibi ülkelerde silah sanayi ile siyasetle iç içe olmayan hayali demokratik ordular olduğunu günlük gazetelerde papağan gibi tekrarlamak, aynı yalanı sürekli ortaya atmak bir propaganda savaşıdır. Burada tek sorun kazanılmış olan Soğuk Savaş sonrasında propaganda savaşını kazanmak, kapitalizmin her yönüyle “iyi,” “meşru,” sosyalizmin “kötü” ve “gayri meşru” olduğunu kafalara kazımaktır.   

Emperyalizmin bir politika olmayıp, kapitalizmin özel aşaması olduğunu belirttiğimizde, elbette ne eski sosyalist blok ülkelerinde ne de farklı emperyalist işgallerden geçici süre kurtulmuş ya da kurtulma mücadelesi veren üç kıtada yeni kurulan devletlerde hatasız süreçler yaşandığını söylemiyoruz. Söylenen çok açık: Yaklaşık 500 yıl öncesinden başlayarak Avrupalı ilk sömürgeci ülkeler (Portekiz, İspanya, Hollanda, İngiltere, Fransa, Almanya, İtalya, vb.) tüm dünyada sömürgeci fetihlere giriştiğinden beri kurulan kapitalist dünya pazarından bağımsız bir analiz mümkün değildir. 20. yüzyıl başında emperyalist aşamayla bu dünya pazarı, fethedilmiş pazarlar için ilk yeniden paylaşım savaşının etkilerinden bağımsız yeni tarih yazma girişimleri sonuçsuz kalmaya mahkûmdur. Şimdi kullanılan “küreselleşme” terimi Yeni Dünya Düzeni teriminin yerini almış, bazı kullanım biçimleriyle kapitalist sömürüyü gizleyen bir terimdir. Yağmacı ve yağmalanan, sömürgeci ve sömürge, Kuzey ve Güney, gelişmiş kapitalist metropoller ve Asya-Afrika-Latin Amerika denklemin eşit parçaları gibi konmuştur. Gerek NAFTA gerek AB büyük emperyalist-kapitalist ulus-devletler yokmuş gibi entegrasyon girişimleri olarak gösterilmiş, sınıf analizleri yapmamak için “elitler-zenciler-ötekiler” gibi egemen sınıfları kimlik terimleriyle açıklama yoluna gidilmiştir. İşte bu yeni analizde ekonomik temeli olmayan, hepsi birbirinden ve dünya kapitalist sisteminden bağımsız “kötüler, diktatörler, ulus-devletler, elitler, vb.” kategoriler icat edilmiştir. Bu taktik propagandanın bu kadar yaygınlaşması ve inandırıcılık kazanması ABD ve İngiltere üniversitelerinde 3. Dünya çalışmalarının desteğiyle olmuştur. Gerek 2. Enternasyonal’in gerekse Avrupa işçi hareketinin Avrupa komünizmi ve Sosyal Demokrasi’nin egemenliğine girmesi döneminde olmayan şey SSCB’nin çöküşünde yaşanmıştır. Kapitalist propaganda ve medya dünyası Marx’ı doğrularcasına (egemen ideoloji egemen sınıfın ideolojisidir) neredeyse rakipsiz egemen olmuştur. Bu dönemde Marksizm de akademik araştırmaya hapsedilmiş, önce (planlı ekonomi anlamıyla öne çıkan) Stalinizm, (reformizmin karşıtı, devrimcilik anlamında) Leninizm, (köylülere dini ideoloji aşılanmasının önünde engel sayılan) Maoizm, (ticari meta simgeleri dışında, devrimci teori olarak) Guaveracalık, vb. tüm “zararlı unsurları”ndan ayıklanmaya çalışılarak, dünyayı değiştirme değil, yorumlama aracına dönüştürmeye çalışılmıştır. Tabii ki Ekim Devrimi’yle başlayan çağda uluslararası işçi hareketinin tutarlı-tutarsız, gönüllü-zoraki müttefikleri de bu yeni propagandadan nasiplerini almış, dünya dengesinde geçici de olsa, Batıya pazarlık kozu görüntüsüyle de olsa SSCB’ye azıcık yaklaşmalarının ya da tarihin herhangi bir aşamasında yaklaşma girişiminde bulunmalarının cezasını çekmişlerdir. Emperyalizm demokrasinin inkârıdır: Emperyalizmin (ya da günümüzdeki moda deyimiyle küreselleşme) tüm dünyayı ABD liderliğinde büyük bir totaliter kampa dönüştürme politikasına “demokrasi ve özgürlük” demek ezber bozuculuk değil, ideolojik aşılamadır.

Ne Amerika kıtasının tarihini, ne Asya, Afrika ve Okyanusya tarihini sömürgecilik, köle ticareti, sömürgeci ve emperyalist fetihler olmadan, soykırımlar, katliamlar, yağma savaşları olmadan yazabilirsiniz, ne de Avrupa tarihini farklı emperyalist grupların boğazlaşmaları, Ekim Devrimi, faşizm ve büyük anti-faşist direniş olmadan yazabilirsiniz. Oysa yeni tarih girişimlerinde kurban ve kurban eden, yağmacı ve yağmalanan, faşizm ve komünizm, SSCB ve Nazi Almanya’sı birmiş gibi sunuluyor. Doğu Avrupa ve Baltıklarda Almanya-İtalya-Japonya koalisyonuna destek veren faşist devletlere itibarları iade ediliyor. Doğu Avrupa’da ve SSCB’de sosyalizm hatalarına yapılan vurgu, o ülkelerde Soğuk Savaş sırasındaki her türlü kapitalist saldırganlık gizlendiğinde tüm anlamını yitiriyor. Her biri iç savaşlara, uzun ve yıkıcı uluslararası savaşlara yol açan Burjuva Demokratik Devrimler yüceltilirken, iki büyük paylaşım savaşının küllerinden doğan proleter devrimler kötülük simgeleri gibi gösteriliyor. Bu arada her türlü militarizm, faşizm, gericilik, soykırımlar, katliamlar ve askeri darbeler emperyalist özünden soyutlanarak, hatta zaman zaman sadece devrimci güçler suçlanarak sunuluyor. Eski solcu restoratörler sanal savaşlarını sadece sosyalizme karşı değil, aydınlanmaya, pozitivizme saldırıyoruz diyerek bilime karşı da yöneltirlerken, karşı-devrimleri “devrim,” devrimleri karşı-devrim olarak gösterme maharetini bile sergiliyorlar. Herhalde teorik saldırıda sırada bundan sonra “Rönesans” var. Böylece akılları sıra Marksizm’in kökeninde yer aldığını düşündükleri tüm temellere darbeler indirerek Marksizm’i bir zamanların güzel bir hayali olarak mezara gömecekler! Hem de ABD, Avrupa ve büyük kapitalist merkezlerde yaşanan ağır kriz koşullarında! ABD ve NATO’nun silahlı saldırganlığının Afrika ve Asya’da kan, gözyaşı ve yıkımdan başka bir şey getirmediği bir zamanda!

Sorun çok basit: Eski solcu çöküş öncesi dönemde sosyalizmi meşru, kapitalizmi gayrimeşru görüyor, dolayısıyla sosyalizmde hataları –yani Stalinciliği, vb. – eleştirirken, kapitalizmi reddediyordu. Şimdi tezini sosyalizmin gayrimeşruluğu üzerinde kurduğundan, kapitalizmdeki “ufak tefek” hataları eleştirmekle birlikte, kapitalizmi bir dünya sistemi olarak meşru görüyor. Bu meşruiyeti ya eski “alışkanlık”la serbest-rekabetçi evredeki üretim güçleri-üretim ilişkileri sarmalıyla daha güzel bir dünyaya kapitalizmle varılacağı görüşüne ya da kapitalizmin alternatifsiz bir dünya sistemi ön kabulüne dayandırıyor. Tüm ara kategorilerin silindiği, çöküş öncesinin ters çevrilmiş ak-kara dünya tablosunda bu kez “ak” dünya kapitalist sistemi olurken, “kara” kapitalizmin hayali karşıtlarıymış gibi gösteriliyor: Aslında kapitalizmin dışına hiç çıkmamış ve çıkmayacak olan “ulusalcılık,” “devlet mülkiyeti,” “bürokrasi,” “seçkinler,” vb. gibi “kara”lar sanal düşman haline getiriliyor. Denklemden uluslararası tekelci sermaye çıkarılınca, dünya kapitalizm öncesi feodal dönemdeki gibi, dar ulus-devlet sınırları içinde “seçkinler-ötekiler,” “laikçiler-muhafazakâr mahalle” vb. muhteşem kategorilerle yorumlanıyor. Ömürlerinde nostaljik bir kesiti kitleleri “bilinçlendirmek” için “Bağımsız Türkiye,” “Sosyalist Türkiye” “Faşizme Karşı Omuz Omuza,” “Tek Yol Devrim,” vb. diye sloganlar atarak geçiren ak saçlı eski solcumuz, şimdi aynı sloganları duymaktan hoşlanmıyor. Mücadelem boşa gitmemiş, kitleleri biraz bilinçlendirmişim, yani çorbada benim de biraz tuzum varmış diye düşünmüyor. Bu sefer karşı safa geçip, “biz o zaman darbeciymişiz herhalde” diye kafasını kaşıyor ve yeni kuşaklara tarih masalları anlatırken, 12 Mart ve 12 Eylülü sanki eski solun desteklediği “ulusal” darbelermiş gibi gösterirken yüzü hiç kızarmıyor. Elinde tek kalan o dönemde yaşadığı “mağduriyet.” Şimdi orta yaşlarında ya da 68 kuşağındakiler gibi ihtiyarlığa merdiven dayadıklarında, boşa gitmiş, “kullanılmış” ömürlerine yanıyorlar. “Muhafazakâr” mahallede gençliklerinde uzun saç, Amerikan bayrağı yakmak, komünistlik yapmak, kızla takılmak, vb. nedenlerle yedikleri dayakları unutup, Kemalizm’in kollarından kurtulup koştukları daha meşru yeni, muhafazakâr-demokrat efendilerinin kollarında masallar anlatıyorlar.                 

1917 Ekim Devrimi’nin hem eski Çarlık Rusyası’nın hem de dünyanın diğer Müslümanları üzerindeki etkisini, SSCB’nin kuruluşunun sömürge ve Müslüman halklarda yarattığı coşkuyu, II. Dünya Savaşı’nda bu Müslüman halkların Kızıl Ordu’yla birlikte verdiği büyük anti-faşist direnişi, İsrail’in kuruluşundan sonra SSCB’nin Arap ve Filistin halkına yaklaşımını, hatta “kapitalist olmayan yol” tartışmaları ve Afganistan devrimini unutuyorlar. Şimdi din-düşmanı olmayan yeni bir soldan söz ediliyor. Avrupa’da mültecilik yaşamında 20. Yüzyıl sonu ve 21. Yüzyıl başında ırkçılığa maruz kalanlar, Marx-Engels ve Avrupalı sosyalistlerin 19. Yüzyıl Avrupası’nın daha ırkçı, Hıristiyan ortamında İslam kültürünün insanlık tarihine katkılarını tokat gibi ikiyüzlü Batı toplumlarının suratına haykırdıkları da mı unutuldu? Türkiye soluna “ulusalcı, darbeci” diye atıp tutulurken, Filistin ve Lübnan savaşlarında o Müslüman halklarla birlikte emperyalizm ve siyonizme karşı dövüşen o kuşak o zaman da “küçük burjuva maceracıları, goşistler” diye saldırıya uğramamış mıydı? Tüm Afrika’da Asyalı sömürgecilere karşı kurtuluş savaşlarında o Müslüman halkların SSCB ve sosyalist ülkelerden başka bir müttefiki mi vardı da şimdi tarih ters çevriliyor ve sol İslam düşmanlığıyla suçlanıyor.


1960’lı ve 1970’li yıllarda, bu ülkede kapitalist gelişmenin yoğunlaştığı bir zamanda bizim ülkemizin dünyada eşi benzeri olmayan “özgül koşulları” aranır; “proletaryanın olup olmadığı” tartışılırdı. Şimdi kendi yaptıkları küreselleşme tahlilleri bu özgüllüğü ortadan kaldırdığına ve proletarya da var olduğuna göre yeni “özgüller” bulunmalı. Örneğin, muhafazakâr denilen mahallelerin aslında ilericiliğin kaleleri olduğu, Türk elitlerin beyaz, Anadolu kaplanlarının zenci, laikliğin faşizm, tarikatçılığın sivil toplumculuk, sıfır sorunların gerçek, askeri darbelerin “ulusal,” Türkiye’nin özgülünde olmak üzere yasama-yürütme-yargının tekelde toplanmasının demokratik, vb. olduğuna ikna edilmeliyiz. İkna edilmeliyiz ki kitlesel bir işçi sınıfı partisi doğmasın ve yalan rüzgârı dizisine son vermesin! İkna edilmeliyiz ki ABD ve AB Türkiye’nin 20. yüzyılında yaşanan acılardan kendi paylarına düşeni almasın! İkna edilmeliyiz ki çok başarılı, dünya bilimine katkısı olduğuna inanılan okullar, dershaneler ve kurslarda dünyanın en iyi “hukukçuları,” “biraz muhafazakâr da olsalar” pırıl pırıl sosyologlar, doktorların bileklerinin hakkıyla gelip laik elitleri alt ettiklerine inanalım! ABD ve İngiltere üniversitelerinde bu peri masallarını yazan akademisyenler bile kendi yazdıklarına inanmazken, bunları “yeni sol,” “demokratlık,” “özgürlükçülük” diye ezberleyenler bakalım nasıl ezber bozacaklar! Bazen bir tek dürüst bilim adamı gerçeği insanların suratına tokat gibi çarpar! Marksizm’e en küçük bir sempatisi bile olmayan ünlü dilbilimci Chomsky, tek başına bütün bu yalanları kılı kırk yararak birer birer ortaya çıkarıyor. Michael Paranti gibi bilim adamları taviz vermeden bu sahte tarih üretimini, yeni soğuk savaşı inandırıcı bir biçimde açıklamak için çırpınıyor. Marx insanlığın önüne çözebilecek sorunları koyduğunu söyler. Gerçekten, çöküş sonrası sosyalizmin sorunlarına eğilen, analizleri küçümsenemeyecek partiler var: Yunanistan, Portekiz, Güney Afrika komünist partileri bu grubun başını çekiyor.  
Bu kısa yazıyı Evo Morales’in çarpıcı bir sözüyle noktalayalım: “Bir zamanlar halklar emperyalizme karşı silaha sarılıyordu. Şimdi emperyalizm halklara karşı silaha sarılıyor.”

Ali Çakıroğlu

2 yorum:

Zafer Can dedi ki...

harika bir yazı ve harika tespitler...

Spectre dedi ki...

kesinlikle...