7 Ocak 2011 Cuma



Kişisel gelişim pazarının sırrı: Hep olumlu düşünmenin ne size ne de dünyaya yararı var.
"Pozitif düşünce ile kapitalizm arasında bir işbirliği ilişkisi olduğundan bahseden Ehrenreich bunu şöyle açıklıyor: "Tüketim kültürü bireyleri daha büyük bir ev, son sistem bir televizyon seti, son model bir cep telefonu ve ikinci, hatta üçüncü araba alma konusunda cesaretlendiriyor. Pozitif düşüncenin buradaki rolü bizi hep daha fazlasını hak ettiğimize inandırması ve gerçekten istersek ve çalışırsak her şeye sahip olabileceğimizi söylemesi."



Yılın 270 gününü uçakta geçiren Ryan Bingham Amerika'nın dört bir yanındaki şirketlere hizmet veren bir işten çıkarma uzmanı. Yaptığı işi "kendi elemanlarını kovma cesareti gösteremeyen ödleklere yardım etmek" olarak tanımlıyor. Bu iş için kendisinin tercih edilmesinin nedeni ise şu: O, işin inceliklerini gerçekten iyi biliyor. Mesela bir işten çıkarma görüşmesinde asla "kovulma" ya da "işten çıkarılma" gibi olumsuz çağrışımlar yapan ifadeler kullanmıyor. Ayrıca insanlara, işten çıkarılmanın çok da kötü bir şey olmadığı, bilakis hayatlarının fırsatı olabileceği konusunda umut telkin edip onları şuna ikna ediyor: "Olumlu açıdan bakarsanız işten çıkarılmak yeniden doğuş olabilir." Up in The Air (Aklı Havada) adlı filmde Ryan Bingham karakterini, bu yıl en iyi erkek oyuncu dalında Oscar'a aday gösterilen George Clooney canlandırıyor.
Hayat ne kadar zor olsa da "gülümse", "mutluluğu" yakalamak elinde, "sen buna değersin", evrene "pozitif" enerji yay, gibi mesajların modern toplumların mottosu haline geldiğini söylersek, abartmış olmayız. Zira son yıllarda en çok satanlar listesinde illa ki üç, beş kişisel gelişim kitabına rastlamak mümkün. Pozitif düşünceye övgüler yağdıran bu kitaplarda mutluluğu yakalamanın, zengin olmanın, iyi bir eş bulmanın, iyi bir kariyere sahip olmanın yolları anlatılıp duruyor. Öte yandan DVD'ler, seminerler, kişisel gelişim koçluğu, motivasyon guruluğu, pozitif enerji taşları gibi ürün ve hizmetler adeta insanları kuşatma altında tutuyor. Psychology Today dergisine göre ABD'de 2008'de mutluluk konulu dört bin kitap yayımlandı. Bu rakam 2000'de yalnız 50'ydi. İşte bu durum, insanlarda mutluluk değil başlı başına sinir de yaratabiliyor. Bu "mutluluk sektöründe" birinci sırada olan ABD'de 10 milyar dolarlara ulaşan bir kişisel gelişim pazarı var. Ama General Social Survey'den ekonomistlerin yaptığı bir araştırmaya göre başta İtalyanlar olmak üzere, Avrupalılar daha mutlu. Sektörün zengin ettiği yazar ve yaşam koçlarının mutluluğu da dikkatlerden kaçmıyor. Öte yandan ekonomik krizin hatta bazı cinayet ve intiharların sorumluları arasında da sürekli pompalanan pozitif düşünce kültürü gösteriliyor. İyi ama, çoğumuz bardağın dolu tarafını görmek için çabalarken bu eğilim nasıl olur da zararlı bir sürece dönüşebilir? 

Yanıt için önce sağlık sektörüne bakmak gerek. İnsanlara boş yere umut vermek kimi zaman ciddi hayal kırıklıklarına yol açabiliyor. Tıpkı 11 Mart'ta İstanbul Bahçelievler'de meydana gelen tramvay kazasında ağır yaralanan 15 yaşındaki Buket Bulut vakasında olduğu gibi. Hastaneye kaldırıldıktan dört gün sonra Buket'in beyin ölümü gerçekleşti. Ancak ailesi umudunu korumayı sürdürdü. Zira Başbakan Erdoğan'ın devreye girmesiyle dünyaca ünlü beyin cerrahı Prof. Dr. Haluk Deda, Buket'i ziyaret etmiş ve genç kızın yaşam destek ünitesine bağlı kalması gerektiğini söylemişti. Ve bu olaydan kısa süre sonra genç kızın kalbi de durdu. Türk Nöroşirürji Derneği Yönetim Kurulu Başkanı Doç. Dr. Ethem Beşkonaklı, Deda'yı "bilim dışı sözler sarf etmek ve umut tacirliği" ile eleştirdi. Uzmanlara göre beyin ölümü, hastanın ölümü anlamına geliyor. 

Pozitif düşünce sektörünün ilk hedefi de zaten beyin ölümü gerçekleşmiş kimseler değil. Daha kalabalık, her gün daha da kalabalıklaşan bir kitlenin peşindeler: Kanser hastaları. Broşürler ve reklâm kampanyaları genelde "isterseniz, yenersiniz" teması üzerine kurulu. Bu tür bir yaklaşıma göre kanser hastasına en doğru yaklaşım biçimi, ona olumlu düşünmesini öğütlemek. Peki ya bunlar kocaman bir klişeden ibaretse? 2000'de meme kanserine yakalanan Amerikalı yazar Barbara Ehrenreich o dönemde kendini en çok bunaltan şeylerden birinin etrafını saran 'pembe kurdele kültürü' olduğunu söylüyor. Zira pozitif düşünce kültürüne göre kanseri "neşeyle" karşılayıp onu bir "lütuf" olarak görmek gerekiyor. Bright-Sided: How the Relentless Promotion of Positive Thinking Has Undermined America (İyimserlik: Sürekli Pozitif Düşünmeye Teşvik Etmek Amerika'ya Nasıl Zarar Verdi?) adlı kitabında Ehrenreich hissettiklerinden şöyle bahsediyor: "Kanser sanki korkunç bir şey değil de hediyeymiş gibi davranmanız bekleniyor. Onu minnettarlıkla kucaklamanız isteniyor." Pek çok hastanın da bu bakış açısını kolaylıkla benimsediğine dikkat çeken Ehrenreich, "bloglara yazan meme kanseri hastalarının neredeyse hasta olduklarına şükrettiklerinden" bahsediyor. Hatta "kanser olduysan istediğin için olmuşsundur" türünden yazılar Ehrenreich'ı değil pozitif, daha da karamsar bir ruh haline itmiş. Ve bingo: Ehrenreich için bir diğer sürpriz ise etrafını kuşatan pembe ürünler pazarı olmuş. Kemoterapi tedavisi gören bir hastaya gönderme yapan pembe bandanalı oyuncak ayılar, pembe kurdeleli pijamalar, pembe tişörtler, pembe bardaklar, pembe kupalar ve hatta kozmetik ürünler ve mücevherler. 

Bunun ne zararı var, diyebilirsiniz. Pennsylvania Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikoloji Bölümü'nden Dr. James Coyne, cevaben "Hastaya iyimser ve yaşama isteğiyle dolu olması konusunda ısrar etmek genellikle hastaların daha kötü hissetmesine yol açıyor" diyor. "Çünkü hastalık ilerlemeye devam ederse hasta yeterince olumlu düşünemediği için durumunun kötüleştiğini düşünüp kendini suçluyor." Dolayısıyla hasta daha karamsar bir ruh haline girebiliyor. Mucizeler mi? Onlar kaideyi bozmaz. Uzman klinik psikolog ve psiko-onkolog Zeynep Armay ciddi bir hastalık yaşayan insanlara tek bir bakış açısıyla yaklaşmanın çok tehlikeli olabileceğini vurguluyor ve başına gelen bir olayı paylaşıyor: "Geçenlerde bir TV kanalında 'kanser hastalarına tek bir cümleyle ne söylersiniz' diye sordular. Bu sorulabilecek en kötü sorulardan biri, çünkü öyle bir cümle yok ve her durum kişiye özel." 

Uzmanlara göre sürekli pozitif düşünmeye ve gülmeye çalışmanın en tehlikeli sonuçlarından biri bunun gerçek hislerimizi bastırmaya yol açması. Ve bu durum sadece ruhsal değil fiziksel açıdan da bir çöküşe yol açıyor. Amerikalı psikolog James Pennebaker'ın 1990 tarihli "Opening Up: The Healing Power of Expressing Emotions" (Açılmak: Duyguları Açığa Vurmanın İyileştirici Gücü) adlı kitabında gerçek hislerimizi bastırmanın zararları şöyle sıralanıyor: "Düşünce ve hislerimize ket vurmak vücudun savunma sistemini ağır ağır çökertir ve bu da bağışıklığı, kalp ve damar sistemini, hatta beyin ve sinir sisteminin biyokimyasal faaliyetlerini etkileyebilir. Buna karşılık en derin düşünce ve hislerimizle yüzleşmek sağlık üzerinde kısa ve uzun vadede dikkate değer faydalar sağlar." Bu yüzleşme, travmaların diğer deneyimlerimiz içinde asimile olmasını kolaylaştırıyor. 

Pennebaker'ın bahsettiği etkileri bir örnekle somutlaştırmak mümkün. Kaliforniya Üniversitesi'nde sosyoloji bölümü profesörü olan Arlie Russell Hochschild'ın 1983'te yaptığı "The Managed Heart: Commercialization of Human Feeling" (Yönetilen Kalp: İnsan Duygularının Ticarileştirilmesi) adlı çalışmanın bir bölümünde hosteslerin iş koşulları inceleniyor. Çalışmaya göre yolculara karşı sürekli güler yüzlü ve neşeli görünmek zorunda kalan hostesler stres ve duygusal tükenmişlik yaşıyor. Nedeni de hosteslerin kendi gerçek duygularıyla teması kaybetmeleri. Aynı mantıkla bakarsak her daim güleryüzlü ve enerjik görünmeye çalışan çağrı merkezi çalışanlarının ya da sigorta satış temsilcilerinin buna benzer duygusal tükenmişlik semptomlarından muzdarip olma ihtimali yüksek görünüyor. 

Belli ki pozitif düşünce kalıbı herkesin üzerine aynı şekilde oturmuyor. Belki de kabul edilmesi gereken şey iyimserlik kadar kötümserliğin de insan doğasının bir parçası olduğu. Bazı bilim insanlarına göre zaman zaman kötümserliği yüceltmek bile gerekiyor. ABD'nin Brunswick kentindeki Bowdoin Üniversitesi'nde psikoloji ve sosyal bilimler profesörü Barbara Held 2001'de çıkardığı Stop Smiling, Start Kvetching: A 5-Step Guide to Creative Complaining (Gülümsemeyi Bırak, Şikâyet Etmeye Başla: 5 Adımda Yaratıcı Şikâyet Rehberi) adlı kitabında "iyimserlik kültürü" içinde şikâyet etmenin öneminden bahsediyor. Amerika'nın "pozitif düşüncenin tiranlığı" altında olduğunu söyleyen Held'e göre körü körüne bir iyimserlik bazıları için faydalı olsa da bazılarında ters tepebiliyor. Pozitif düşünce tiranlığını "yaraya tuz basmak" olarak tanımlayan Held'in söyledikleri Coyne'un argümanıyla paralellikler taşıyor: "İnsanlar hayatın zorlukları karşısında kötü hissediyor ve iyimser olmaya çalıştıkları halde beceremiyorlarsa sonunda kendilerini daha kötü hissedebilirler." Hayalden Gerçeğe Mutluluk adlı kitabın yazarı Elvan Demirkan bu durum için şu yorumu yapıyor: "Sahte bir pozitiflikle yanılgı içinde yaşamak, insanı bir balonun içine sokuyor ve o balon patlayınca yüzüstü yere yapışıyorsunuz." 

Son yaşadığımız ekonomik kriz bir anlamda balonun patlaması gibi oldu. 

Pozitif düşünce ile kapitalizm arasında bir işbirliği ilişkisi olduğundan bahseden Ehrenreich bunu şöyle açıklıyor: "Tüketim kültürü bireyleri daha büyük bir ev, son sistem bir televizyon seti, son model bir cep telefonu ve ikinci, hatta üçüncü araba alma konusunda cesaretlendiriyor. Pozitif düşüncenin buradaki rolü bizi hep daha fazlasını hak ettiğimize inandırması ve gerçekten istersek ve çalışırsak her şeye sahip olabileceğimizi söylemesi." Tam da bu düşünce biçiminin ABD'yi krize sürüklediğinden bahseden Ehrenreich kitabında Amerikalı akademisyen ve yazar Robert Reich'in şu görüşlerine yer veriyor: "Amerikan iyimserliği ekonomiye kadar sirayet etti. Çok fazla harcama yapmamız ve çok az biriktirmemiz bu iyimserliğin sonucudur." 

Aslında aşırı iyimserlerin krizin gelişini göremeyişlerine şaşmamak gerek. Zira pozitif olma konusunda öğütler veren yayınlara ve motivasyon gurularına göre olumsuz her şeye karşı kulak tıkamalıyız. Mesela asla gazete okumamalı, haber izlememeliyiz. ABD menşeli goodnewsblog.com ya da happynews.com gibi siteler sadece "iyi haber" veriyor; hayat kurtarma, kahramanlık hikâyeleri, hayırseverlik, bağış ve mucizeler gibi. Ama aşırı iyimserlik, zaman zaman tehditleri bertaraf etme kabiliyetimizi zayıflatabiliyor. Ehrenreich ABD'nin önceki başkanı George W. Bush'un tam bir "iyimserlik" timsali olmasının birtakım facialara davetiye çıkardığını savunuyor. "Bush, danışmanlarından şüphe, endişe ya da kötümserlik içeren şeyler duymaya katlanamıyordu" diyor. "Ve bu yüzden 2001 yazında, uçakla yapılması muhtemel saldırı uyarıları da kulak ardı edildi." 

Aşırı iyimserlik ekonomik krizlere yol açabilirken, ekonomik kriz dönemlerinin panzehiri olarak gene kişisel gelişim kültürü devreye giriyor. New York'ta Fordham Üniversitesi'nde sosyoloji ve antropoloji bölümlerinde öğretim üyesi olan Micki McGee 1972-2004 arası yayımlanan yüzlerce kişisel gelişim kitabını incelemiş. Bu dönemi tercih etmesinin nedeni ise ABD'de ekonomik sıkıntıların baş gösterdiği yıllarla kişisel gelişim kitaplarının sayısındaki artışın aynı yıllara denk gelmesi. Self Help, Inc.: Makeover Culture in American Life (Kişisel Gelişim Şirketi: Amerika'daki Beni Baştan Yarat Kültürü) adlı kitabı yazan McGee 1972'den sonra ABD'de reel ücretlerin, yani kişilerin gelirleriyle satın alabilecekleri mal ve hizmet miktarının düşmeye başladığını söylüyor. Bu periyotta ülkede ekonomik eşitsizlik artıyor ve istikrarlı istihdam ortamı bozuluyor. Pek çok insan iş ve meslek değiştirmek zorunda kalıyor. Çoğu Amerikan ailesi evlerini geçindirmek için tüketici kredisi kullanıyor. Böyle bir dönemde kişisel gelişim kitaplarına olan ilginin artmasını "İşsiz kalma korkusu yaşayan kişiler hem iş yerinde kalıcı olabilmek için hem de her an iş değiştirme olasılığına karşı kendilerini pazarın aranan elemanı haline getirmek için kişisel gelişime ilgi göstermeye başladılar" diyerek yorumluyor McGee. 

McGee özellikle bu açıdan bakıldığında kişisel gelişimin bir ideolojisi olduğunu söylüyor. Bu ideoloji, kişinin çok çalışarak ve pozitif düşünerek kendi kaderini kontrol altına alabileceği üzerine kurulu. Ancak uzmana göre bu 'ideoloji'nin eleştirilecek pek çok yönü var. "Rekabetçi işgücü pazarında ayakta kalmaya çalışan insanlar sürekli kendilerini geliştirmeye zorlanıyor. Bu da insanları yeni tür bir köleliğe doğru sürüklüyor." 

Yeterince çok çalışmaya istekli, kendini geliştiren ve yapabileceğine inanan herkes zenginliğe, toplumsal ve kişisel başarıya ulaşabilir, mesajı, mevcut sistemin meşruiyetini korumasına da yardımcı oluyor. Çünkü mesajın alt metni şunu söylüyor McGee'ye göre: Şirketiniz batarsa ya da işten çıkarılırsanız bunun sorumlusu sadece sizsiniz, çünkü "başarılı olacağınıza gerçekten inanmadınız ya da yeterince sıkı çalışmadınız". Kansere yakalandığımızda ve hastalık ilerlediğinde sorumlu olarak kendimizi görüyorsak, ekonomik durumumuzun sorumlusu da biziz.

Kişisel gelişim kültürü sadece ABD'de değil İngiltere, Avustralya, Kanada ve Yeni Zelanda gibi neo-liberal demokrasilerin geliştiği ülkelerde de büyük pazara dönüşmüş durumda. Türkiye de bu konuda fena sayılmaz. Şirketlere eğitim ve danışmanlık hizmeti veren Bahadır Bülgin'in tahminine göre Türkiye'de yaklaşık 10 milyon TL'lik bir kişisel gelişim pazarı var. 2006'da insankaynaklari.com (bugün yenibiris.com adı altında hizmet veriyor) tarafından 18-28 yaş aralığındaki 3 bin 200 kişi üzerinde yapılan bir araştırmaya göre katılımcıların yüzde 69'u kişisel gelişimle ilgili faaliyetleri takip ediyor. Yüzde 92'lik bir kesim de kişisel gelişimle ilgili aktivitelerin kendilerini motive ettiğini söylüyor. Ancak son yıllarda pazardan en büyük payı alan ülkelerden biri kuşkusuz Avustralya oldu. Zira Rhonda Byrne'nin "hayalleri gerçekleştirme rehberi" olarak 2006'da çıkardığı ve "olumlu düşün, olumlu olsun" felsefesi üzerine kurulu Secret bugüne dek 38 dile çevrildi ve 16 milyon baskı yaptı. Sanki herkes yıllardır bu kitabı bekliyordu. Öyle ki "yola çıkmadan önce trafik olmadığını hayal ettim ve buna inandım. Gerçekten de yol bomboştu," diyen insanlar hatırlıyorum. 

Kendini kitaba fazla kaptıranlar da var. Geçen sene yüksek kariyerli bir kadın, arkadaşını İstanbul Ataşehir'deki evine iftara davet etti. Arkadaşından para isteyip olumsuz yanıt alınca onu önce eterle bayılttı ve öldürdü. Ardından da bilgisayarın başına geçip arkadaşının hesabından gene arkadaşının kredi kartına para aktarıp alışveriş yaptı. Kadın, kızının ihbarıyla yakalandığında ise cebinden çıkan notlar dikkat çekiciydi: "Ben mükemmelim, zengin olmayı hak ediyorum. Ben mıknatıs gibiyim, parayı çekiyorum. İşimde başarılıyım." Bu sözler Secret meraklılarına tanıdık gelecektir. Zira kitapta zengin olacağına inanıp evrene bu yönde mesajlar yollayanların zengin olduklarına dair hikâyeler de yer alıyor. 

Demirkan 'Secret' tarzı kitapların insanları gerçekçi olmayan bir pozitif düşünceye yönlendirebileceğini söylüyor. "Çekim yasasının tabii ki bir anlamı var, ama onunla imkânsızı gerçekleştirmeyi beklemek hata" diyor Demirkan. Hayatımızda pozitif düşüncenin de önemli olduğunu vurgulayan Demirkan'a göre bu, gerçekçi bir pozitif düşünce olmalı. "Bizi mutsuz eden ortamlardan sıyrılmak ve sorunlarımıza kalıcı bir çözüm bulmak için yapıcı ve esnek bir pozitif bakış şart." Ancak kişisel gelişim kavramının mutluluk vaatleri saçan guruların elinde itibarını ve inandırıcılığını kaybettiğine değinen Demirkan sürecin geldiği aşamayı şöyle özetliyor: "Daha fazlasını istemek artık alışkanlığa dönüştü." Bu noktada mutsuzluğumuz ve cinayetlere varan gözü dönmüşlüğün ardındaki dürtülere dikkat etmek gerekiyor. Demirkan'a göre "güçlenen şey 'diğerlerinden geri kalmama' arzusu. Ölçümüz iyi bir hayat değil, başkalarınınkinden daha iyi bir hayat." 

Bu tür yaklaşımlar, büsbütün kötümserliğin hâkim olduğu durumlardaki gibi anormallikler yaratabiliyor: Mesela Türkiye'de başta deprem olmak üzere doğal afetlere karşı duyarsızlık, şu ya da bu nedenle had safhada. Her iki uç da iki farklı kadercilik anlayışının sınır karakolları gibi. İstersen mutlu olabilirsin, nakaratına körü körüne inanmakla ne kadar istersen iste mutlu olamazsın, saplantısı arasında pek fark yok. Aslında McGee'ye göre mesele, mutluluğu bir hedef olarak belirleyip, ona ulaşmak için çaba sarfetmekte yatıyor. Oysa tek bir cümleden, tek bir kitaptan, pembe kurdelelerden, daha iyi bir otomobilden, daha fazla paradan, daha güzel bir sevgiliden ve sadece "iyi haber"lerden medet ummak insanı daha derin bir mutsuzluğun içine sürükleyebilir; en başta da çocukları. Zenginliğin, çocukları yetişkinler kadar mutlu etmediği biliniyor. Araştırmalara göre yılda yüz bin dolar kazananlarla bir milyon dolar geliri olanların mutluluk düzeyi arasında çok büyük bir fark yok. Artık tecrübeyle sabit ki başkalarının mutluluğuna en fazla ilham veren insanlar kendi mutluluklarına kafayı en az takanlar arasından çıkıyor. 

Buna pek kulak asmayan, ABD'nin tanınmış kişisel gelişim uzmanlarından James Arthur Ray'in geçen Ekim'de Arizona eyaletinde düzenlediği ruhani arınma seansı, sonunda tam bir faciaya dönüştü. Hava geçirmeyen plastik Kızılderili çadırındaki buhar banyosunda gerçekleştirilen ve normalde bir saat sürmesi gereken seans iki saate uzayınca üç kişi öldü, 21 kişi de hastaneye kaldırıldı. Ölenlerin ikisi sıcak basmasından bir tanesi organ yetmezliğinden hayatını kaybetti. Üstelik katılımcıların kişi başına 10 bin dolar ödediği ve genelde 12 kişiyle gerçekleştirilen seansa bu sefer 64 kişi katılmıştı. İddialara göreyse dışarı çıkmak isteyenler Ray tarafından azarlanmış ve dışarı çıkmaları engellenmişti. Söz konusu seansı düzenleyen Ray, Bolluk Yasaları adlı kitabında "kesin ve belirli yasalarla uyum içinde yaşadığımız zaman başarılı oluyoruz, diğer türlüsü başarısızlık getirir" diyor. Allah, bolluk yasalarının gazabından korusun.


Hiç yorum yok: