8 Ekim 2010 Cuma

30. Yılda Hüzünle Anılan Bir 12 Eylül

30. Yılda Hüzünle Anılan Bir 12 Eylül
12 Eylül'ün ilk gecesi (11 Eylül'ü 12 Eylül'e bağlayan gece) Mamak koğuşlarına sessizce girip neredeyse sürüne sürene koğuşları dolaşan ceazevi müdürü ve subaylarının trajikomik manzarasıyla uyanmıştık. Sonrası, Türkiye'nin her cezaevinde, her işkencehanesinde, hücrelerde, mahkemelerde yaşanan trajik öykü...
12 Eylül'ün 10. yılı, 1990 gene trajedi. Sapır sapır dağılan Doğu Bloku ve kapitalist restarasyonun etkisi içimize uzanmış, her tarafta, solun ve devrimci mücadelenin her köşesinde hissediliyor. Sosyalist kalmak onlarda bile neredeyse utanç vesilesi. Düşman dost birbirine karışmış. Postmodern teoriler, destalinizasyonla başlayıp deleninizasyon ve adım adım önce burjuva demokrasisinin, sonra düpedüz kapitalizmin ululanması, can havliyle ANAP övgüsüyle başlayıp sonuçta kurtuluşu ABD emperyalizminde bulacak kadar kendini inkar sürecinin başlaması bu yıllara damgasını vuruyor.
Gene de ayrı ayrı yola düşmenin zayıflığını deneyimleriyle bilenlerin birleşik partilere yönelmesi de aynı yılların ürünü. Sonuçsuz kalmayacağı, emekçi kitleleri saracağı düşünülen ortak parti çalışmalarının her nedense hep başarsız kalmasının ardından, daha sağ arayışlara koşan yoldaşlar. Sosyal demokrasi "bile" artık onlara fazladır. Blair çizgisi ne güzeldi!! 12 Eylül'ün 30. yılında artık ne "oportünüzm," hatta ne "ihanet" denilebilecek bir aşamayı da rahatlıkla kat ederek uluslarası kapitalizmin ve yerli partisi AKP'nin gönüllü savunuculuğuna geçiş, göğsünü siper ediştir trajedi. Ama her trajedi gibi burada da bir komedi unsuru var. "Eski yoldaş" kapitalizme geçişte çok geç kalmıştır. Uluslararası sermayeyle de yerli tekelci sermayeyle de yeşil sermayeyle de aşkı karşılıksız kalmaya mahkumdur. Onun sermayeyle yaşadığı aşk ilişkisi platonik olmaktan öteye geçemeyecektir. Ne yazık ve ne üzücü ki böyle. 12 Eylülde cezaevi cezaevi çile doldurur, iyi kötü zulme direnmeye çalışırken, sermaye birikimi ilkel aşamasını tamamlamış, pekala uluslarası tekellerle bütünleşmiştir.
Peki, "eski yoldaş" neden intihara teşebbüs etmiştir? O hiçbir zaman 1848 Alman Devrimi'nin yarım kalmasından sonra burjuva demokrasisi, sosyal demokrasi, marksizm yollarından liberalizme geçip en sonra Alman militarizminin hizmetine giren eski devrimciler gibi de olmayacaktır. Hepimizin bildiği Türk devleti profesyonel değil, ancak amatör ve gönüllü hizmetlerini kabul edebilir. Elbette o devlet eski bildikleri Kemalist devlet değil, kendilerinin pek sevdikleri deyimle "muhafazakar-demokrat" devlettir. Öyle özgür aşk, ateizm, bilim, arada bir kafa çekmek, sanatla uğraşmak, arada aşka gelip şiir yazmak yeni Türkiye düzeninde çok hoş karşılanacak şeyler değil. Kapitalizmi her yanıyla savunup sermaye sahibi olamamak, YENİ TÜRKİYE DÜZENİNİ savunup haşemayla denize girememek, bilmediğinden dua mırıldanamamak, aklına açlık grevlerini getirdiğinden oruç tutamak, arada bir rakısından demlenmek, hatta bazen eski güzel günlere özlem duymak. Yeni Türkiye Düzeni'nin kendisini olduğu gibi kabul etmemesi nedeniyle 12 Eylülün 30. yılı "eski yoldaş"ın intihar teşebbüsü oldu.
Ama o gene de fazla kaygılanmasın. Tabii ki ufukta Ekim Devrimi görünmüyor. Hegelci anlamda diyalektiğe bile inanıyorsa, 21. yüzyıl dünyasının 19. ve 20. yüzyıl dünyasından daha çelişki yüklü olduğunu bilir "eski yoldaş." Proletarya, emekçiler, ezilen halklar, hatta köleler, hatta "korsanlar" bile var günümüz dünyasında. Kapitalizmin ezdiği milyarların bu yüzyılın seyrinde alacağı tavır "eski yoldaş"ın beklemediği bir gelecek de getirebilir. Gerçekten de tarihsel ivmeler hep dipten gelen dalgaların itişiyle olmuştur. I. Dünya Savaşı'nın ilk günlerinde, dünyanın en güçlü İşçi Partisi olan Alman Sosyal Demokratları'nın kendi imparatorluklarının savaş bütçesine oy vermesiyle başlayan kriz II. Enternasyonal'i en güçlü sanıldığı anda yerle bir etmişti. "Eski yoldaş"ın çok gerçekçi Sosyal Demokrat ataları dünyanın değiştiğini, Rus barbarlarına dünyanın zindan edilmesi gerektiğini savunurlarken, Karl Liebknecht, Rosa Luxemburg, Leo Jogiches gibi "asiler" başlangıçta bir avuç da olsalar başka bir yola, devrim yoluna girmişlerdi. Dünya işçi hareketinin bu ilk ve en büyük bunalımından çok değil 2 yıl sonra Ekim Devrimi gerçekleşti.
II. Dünya Savaşı'nın en karanlık günlerinde, Alman, İtalyan ve Japon faşist emperyalistleri neredeyse bütün dünyayı, hatta Sovyet topraklarının önemli bir kısmını ele geçirmişken, savaşın sonunda insanlık başka bir dünyaya uyandı. İmkansız denilen devrimler gerçekleşti, devrimin imkanız sayıldığı ülkelerde devrimler oldu (Çin, Kore, Vietnam). Bu nedenle, "eski yoldaş" artık dünyada hiç devrimin olmayacağını, kapitalizmin kesin ve mutlak zafer kazandığını düşünürken, eski teorik kitaplardan bir nebze "diyalektik" hatırlamalıdır. İşte bu yüzden AKP oylarından "demokrasi," ABD-AB emperalizminden "insan hakları," uluslararası sermayeden "uygarlık," Körfez sermayesinden "hakkaniyet," muhafazakar çevrelerden "12 Eylülle hesaplaşma"dan medet ummamalıdır. "Hayırcı" saflardaki MHP'ye bakıp, kendi "Evetçi" safında BBP gibi güçler olduğunu unutup devrimci kalmaya, naif de olsa devrimci çizgi sürdürmeye çalışanlara sataşmaya kalkmamalıdır. Kendisinin o AKP-BBP-Saadet Partisi oylarına (yüzde 99,9) katkısının binde bir bile olamayacağını unutmamalıdır. Bu nedenle, başkalarının zafer alaylarına alkış tutmakla eline hiçbir şey geçmeyeceğini anlamalıdır. Bir zamanlar dağa taşa "Karaoğlan" yazmakla devrimcilik yaptığını sananlarla aynı hataya başka bir tarih kesitinde düşmemelidir. Kurtuluş işçi sınıfının kendi eseri olacaktır. İşçi sınıfına gölge etmeyin yeter!

Ali Çakıroğlu

Hiç yorum yok: